Kurt Vonnegut bir robottur; senin gibi, benim gibi…
Baştan söyleyeyim, bu yazı rahatsız edici sözler içerir ve yazım tarzı pek de nazik değil. Onun dilini kullanmadan Kurt Vonnegut Jr.’ı anlatabileceğimi sanmıyorum. Dolayısıyla ben de Vonnegut’un tarzına, sözcüklerine ve can yakan üsluptaki kara mizahına mümkün mertebe sadık bir dil kullanmaya çalıştım. Dediğim gibi, rahatsız edebilir. Bana kızacak olursanız, ben de altına kaçırmış 2 yaşındaki bir çocuk gibi “Ben yapmadım, Miki yaptı” derim, diyorum, dedim bile.
Merhaba diğerleri,
Size evrenin göt
deliğinden sesleniyorum. Burada ben, Kurt Vonnegut Jr, köpeğim Butter ve sekiz
milyar civarında bilumum tipte ve meşrepte insan bir arada yaşıyoruz. Bok
içindeyiz ve her şey çok pis kokuyor; ama biz alıştık. Kimse kimseyi anlamıyor
çünkü herkes başka bir “dil” kullanıyor. Lirik zırvalara milli marş adı verip
uğrunda parmağımızı bile oynatmadığımız zaferlerden gurur devşiriyoruz
kendimize. Yeni yeni yerler keşfedip, ilk iş oranın yerlilerini öldürüyoruz;
olmadı köle yapıp satıyoruz. Kıçımızı yırtarcasına çalışarak veya suç işleyerek
veya birbirimizi öldürerek veya veya bedenlerimizi satarak elde ettiğimiz
paranın bize değer kattığını sanıyoruz. Velhasıl, bok içinde badem yaşıyoruz
bir şekilde. Vesaire.
Kurt’a sorarsanız göt
deliği şöyle bir şey:
Kurt’un keçe uçlu kalemle
çizdiği bu ve bir sürü illüstrasyonundan anlayacağınız gibi, kendisi daha çok
yazdıklarıyla tanınıyor. Ona kalsa yazılanların komikliğine kapılmamızı bu
çizimlerin acemiliği önlüyor. Bana göre ise bunlar bize, kurduğumuz uygarlığın
ne kadar sakil, kaba ve basit olduğunu gösteriyor. Kurt beni dinlemiyor, çünkü
öldü o. Öldü, vefat etti, yaşama gözlerini kapadı, geberdi, hayata veda etti,
cızlağı çekti, ebedi uykusuna yattı, mortingen oldu, vesaire.
1922’de doğup ilk gençlik
yıllarında Nazilikte kariyer yapması, doktor Mengele’nin çırağı olması, bir
sürü Yankee öldürmesi veya Hitler’e hızla selam verirken omzunu incitmesi gayet
olasıyken, Kurt’un büyük büyükbabasının 1800’lerde Amerika’ya göç etmesi buna
engel oldu. Hatta bütün aile şakır şakır Almanca konuşabiliyorken bizimki bu dili
hiç öğrenmedi. Daha yedi yaşındayken bulunduğu gezegenin onun yaşadığı
bölümünde ekonomik kriz çıktı. Bütün aile o güne kadar sefahat içinde yaşar,
ağabeyi ve ablası özel okullara falan giderken, sıra Kurt’a geldiğinde geçim
zorluğundan devlet okuluna yazdırıldı. Dersler kolaydı, o da klarnet çalmaya
başladı. Klarnet ince, uzun, sopa gibi bir borudur. Bir ucundan üfleyince diğer
ucundan ses çıkar, İki ucu arasında bir sürü metal düğme vardır. Bu düğmelere
basınca da farklı sesler çıkar. Kurt, bu yolla bir sürü ses çıkarmıştır.
Evdekilerin talebiyle
biraz da “faydalı bilim” yapmak için Cornell Üniversitesi’nde biyokimya okumaya
başladı. Haliyle bu kadar fayda Kurt’un üstünde eğreti durdu ve zamanının
çoğunu okul gazetesinde yazmakla geçirdi. Arada yedek subay kurslarına
yazılmıştı ama hem fiziksel hem de kafa yapısı açısından dandik bulunduğu için
yedeğin de yedeği bir konuma düştü. Bununla ilgili hiçbir şey çizmemiştir.
Kurt Vonnegut’un zenci
olmadığını söylemiş miydim? Öyle.
Bunlar
olurken Avrupa’da ve Asya’da ve Afrika’da falan millet birbirini öldürüyordu. İsa
doğmadan 2200 yıl önce neolitik dönemden bu yana gezegenin dört bir yanında hem
kutsal bir işaret hem de iyi şans sembolü olarak kullanılan Svastika’yı
bayraklarına taşıyan bir grup sağa sola saldırıp onların yaşadığı alanlara
çöküyordu. Çünkü “kötü kimyasallarla doluydular”. Sanırım
bayraklarındaki işaret sadece onlara şans getiriyordu ve neşeleri yerindeydi.
Diğer herkes ve özellikle Yahudiler, zenciler, eşcinseller, Çingeneler çok
mutsuzdu. Başkasının başına gelen kötü bir olaya veya talihsizliğe sevinmek
anlamına gelen “Schadenfreude” kelimesi sadece Almancada bulunmaktadır ve
durumu çok iyi ifade etmektedir.
Merhaba diğerleri,
Size evrenin göt deliğinden sesleniyorum. Burada ben, Kurt Vonnegut Jr, köpeğim Butter ve sekiz milyar civarında bilumum tipte ve meşrepte insan bir arada yaşıyoruz. Bok içindeyiz ve her şey çok pis kokuyor; ama biz alıştık. Kimse kimseyi anlamıyor çünkü herkes başka bir “dil” kullanıyor. Lirik zırvalara milli marş adı verip uğrunda parmağımızı bile oynatmadığımız zaferlerden gurur devşiriyoruz kendimize. Yeni yeni yerler keşfedip, ilk iş oranın yerlilerini öldürüyoruz; olmadı köle yapıp satıyoruz. Kıçımızı yırtarcasına çalışarak veya suç işleyerek veya birbirimizi öldürerek veya veya bedenlerimizi satarak elde ettiğimiz paranın bize değer kattığını sanıyoruz. Velhasıl, bok içinde badem yaşıyoruz bir şekilde. Vesaire.
Kurt’a sorarsanız göt
deliği şöyle bir şey:
Kurt’un keçe uçlu kalemle
çizdiği bu ve bir sürü illüstrasyonundan anlayacağınız gibi, kendisi daha çok
yazdıklarıyla tanınıyor. Ona kalsa yazılanların komikliğine kapılmamızı bu
çizimlerin acemiliği önlüyor. Bana göre ise bunlar bize, kurduğumuz uygarlığın
ne kadar sakil, kaba ve basit olduğunu gösteriyor. Kurt beni dinlemiyor, çünkü
öldü o. Öldü, vefat etti, yaşama gözlerini kapadı, geberdi, hayata veda etti,
cızlağı çekti, ebedi uykusuna yattı, mortingen oldu, vesaire.
1922’de doğup ilk gençlik
yıllarında Nazilikte kariyer yapması, doktor Mengele’nin çırağı olması, bir
sürü Yankee öldürmesi veya Hitler’e hızla selam verirken omzunu incitmesi gayet
olasıyken, Kurt’un büyük büyükbabasının 1800’lerde Amerika’ya göç etmesi buna
engel oldu. Hatta bütün aile şakır şakır Almanca konuşabiliyorken bizimki bu dili
hiç öğrenmedi. Daha yedi yaşındayken bulunduğu gezegenin onun yaşadığı
bölümünde ekonomik kriz çıktı. Bütün aile o güne kadar sefahat içinde yaşar,
ağabeyi ve ablası özel okullara falan giderken, sıra Kurt’a geldiğinde geçim
zorluğundan devlet okuluna yazdırıldı. Dersler kolaydı, o da klarnet çalmaya
başladı. Klarnet ince, uzun, sopa gibi bir borudur. Bir ucundan üfleyince diğer
ucundan ses çıkar, İki ucu arasında bir sürü metal düğme vardır. Bu düğmelere
basınca da farklı sesler çıkar. Kurt, bu yolla bir sürü ses çıkarmıştır.
Evdekilerin talebiyle
biraz da “faydalı bilim” yapmak için Cornell Üniversitesi’nde biyokimya okumaya
başladı. Haliyle bu kadar fayda Kurt’un üstünde eğreti durdu ve zamanının
çoğunu okul gazetesinde yazmakla geçirdi. Arada yedek subay kurslarına
yazılmıştı ama hem fiziksel hem de kafa yapısı açısından dandik bulunduğu için
yedeğin de yedeği bir konuma düştü. Bununla ilgili hiçbir şey çizmemiştir.
Kurt Vonnegut’un zenci
olmadığını söylemiş miydim? Öyle.
Japonlar da durur mu?
Onlar da kıskançlıklarından “Kamikaze” kelimesini bulup cümle içinde
kullanmışlardır: Japon Kamikaze pilotları Pearl Harbor’ı bombaladı.
İkinci Dünya savaşının
çıkmasının altındaki gerçek sebebin lengüistik bir çekişme olduğunu ilk defa
burada açıklıyorum. Yazıya başlarken ben bile bilmiyordum, gerisini siz
düşünün. (Aslında A Haber’e rakip Bihaber diye bir kanal kursam süper olmaz mı?
En azından ekonomi yorumlarıyla bugünkü hükümete yön veririm.)
Ancak Japonların unuttukları bir şey
vardı. Pearl Harbor Amerika adlı olgunlaşmamış, zorba ve kendininkileri fark
etmeyip herkesin sivilcesini sıkmaya uğraşan bir ergenin toprağıydı. Haliyle bu
ergen kahveden bulabildiği herkesi toplayıp savaşa girdi. Tesadüf o ki, Kurt da
o esnada normalde gitmediği bu kahvede üzgün üzgün oturuyordu. Üzgündü çünkü
annesi ölmüştü; hem de Anneler Günü’nde. Annesini öldüren kişi ona bolca uyku
hapı ve alkol içirmişti. Aynı kişi 22 yıl önce de Kurt’u doğurmuştu. Doğurmuştu
çünkü Evrenin Yaratıcısı tarafından öyle programlanmıştı. Vesaire.
Japonların saldırısı
sonucu savaşa giren mahallenin asabi ergeni, Kurt’u tam ters yöne, yani
Avrupa’ya gönderdi. Terslik sadece bununla da kalmadı ve Kurt, diğer bir sürü
askerle birlikte Almanlara esir düştü. Almanlar onlara kötü davrandı. Kötü
kimyasallarla dolu oldukları için en başta esir tutuldukları Dresden’deki
dünyaca ünlü Frauenkirche’yi göstermemek, az ve pis yemek vermek, soğukta deli
gibi çalıştırmak, onlarla sürekli Almanca konuşmak gibi bilumum işkenceye tabi
tuttular. Bir zaman sonra Amerikalılar gelip şehri dümdüz etti. Frauenkirche
sizlere ömür!
O esnada Kurt,
tutuldukları ve çalıştırıldıkları mezbahada (Mezbaha 5) bulunan soğuk hava
deposunda bir sürü hayvan kadavrasıyla birlikte bombardımandan korunuyordu.
Ayakları dondu. Sonradan bu ayak donması ona Amerikan ordusunun önem
sıralamasında sondan ikinci madalyası olan Mor Kalp madalyası getirmiştir.
Kurt nihayetinde hayvan
kadavralarının yanından çıktığında Almanlar, esirlere değişiklik olsun diye,
bombardımanda ölen yüz otuz bin kişiyi bulup gömme ayrıcalığı verdiler.
Kısacası hayvan kadavrasından insana terfi etmişlerdi. Yıllar sonra Kurt bu
faaliyeti “Fena halde ayrıntılı Paskalya yumurtası avı” diye
nitelendirdi.
En sonunda Sovyet
birlikleri gelip onları kurtardı. O zamanlar Rusların kurtarma anlayışı daha
farklıydı. Şimdilerde bu sözcüğü yanlış anlıyorlar. Bakın, Ukrayna’yı kötü
yöneticilerinden nasıl kurtarıyorlar.
Tabak gibi açılmış kunduzlar* içerde
Kunduz: Argoda kadın cinsel organı
Kurt ülkesine döndü ve tabak gibi
açık birçok kunduz bulabilecekken oyun parkında bile birlikte oynadığı çocukluk
aşkı, sınıf arkadaşı Jane Marie Cox’la evlendi. Chicago’da antropoloji okudu,
baba oldu, tezi reddedilince okuldan ayrıldı, General Electric’te çalışmaya
başladı, yine baba oldu, yazılarını yayınlatmaya başladı, havaya girip işinden
ayrılıp Cape Cod’a taşındı, vesaire.
İlk romanı 1952’de yayınlandı (Player
Piano – Otomatik Piyano) ve çok olumlu eleştiriler aldı. Distopik mizaha
başlamıştı artık ama tenkitler gecikmedi. Bilim kurguyu ve satirik yazı türünü
sevmeyenler Kurt’a yüklendi. Kurt “Hiç kimse aynı
anda hem saygın bir
yazar olup hem de
buzdolabının nasıl çalıştığını
anlayamaz." diyerek edebiyat
eleştirmenlerinin hayatta ilk defa buzdolaplarının kullanım kılavuzlarını
okumalarını sağladı. Yine de hala birçoğu bilmez.
Aynı esnada, The Atlantic Monthly gazetesinin yöneticileri de
saçlarını başlarını yoluyordu. 1949’da reddettikleri sevimsiz tip bir anda
şöhrete kavuşmuştu. (Bakınız, yandaki mektup)
Derken Kurt yine baba oldu ve sonra da üvey baba, üvey baba ve
üvey baba oldu. Ablası, kocasının tren kazasında ölmesinden iki gün sonra
kanserden vefat etti. Onların dört çocuğundan üçünü evlat edindi. Dördüncü ve
en küçük olanı (2 yaşındaydı) bir gezgin sirke sattı. Şaka şaka, satmadı,
kiraya verdi. Tamam, tamam, kiraya da vermedi ama bir akrabalarının yanına
gönderdi; onlar sattı. Veya satmadılar, bilmiyorum. Zaten bu bilgiyi ne yapacaksınız
ki? Olay 1958’de geçiyor. Artık geçmiş olsun.
Roman dediğin şey zart diye yazılmadığı için Kurt altı çocuklu bir
aileyi kısa öyküler yazarak geçindirmeye çalışıyordu. Hatta bir ara (1957)
araba satmayı denedi. SAAB marka arabaları satamadığı için de ilk yılında iflas
etti. Zaten "Svenska Aeroplan Aktiebolaget" İsveçli bir havacılık ve
savunma firmasıydı. Bir hevesle girdikleri araba işi ellerine yapışmıştı, hala
da yapışık vaziyette.
1959 ve 1961’de ardı ardına Sirens of Titan (Titan’ın
Sirenleri) ve Mother Night (Gece Ana) romanlarını yazdı. Bunlar çok ses
getirmese de Kurt aslında tüm eserlerinde yer alacak karakterleri
biriktiriyordu. Adeta bir aile kuruyor ve onların kişiliklerini farklı
maceralarda test ediyordu. Bazen isimler değişiyor ama “karakterler”
değişmiyordu. Her şey değişirdi, isimler, mekanlar, olaylar, meslekler ama
insanın paslanmaya yüz tutmuş robotluğu değişmezdi. İnsanlar bir karar veriyor,
bir laf ediyor, bir davranışta bulunuyor ama bunları öyle programlandıkları
için yapıyorlardı. Her şey sahte, her şey satın alınabilirdi. Programın dışına
çıkanlar cızırt oluyordu. Aslında cızırt diye bir kelime yok, ben uydurdum.
Anlamını ben de bilmiyorum; kitapları okuyunca bulabilirsiniz.
Devam eden üç yılda Cat’s Craddle (Kedi Beşiği) ve
God Bless You, Mr Rosewater’ı (Allah Senden Razı Olsun, Bay Rosewater) yazdı.
Artık başyapıtlar sürüme giriyordu. Özellikle Eliot Rosewater karakteri
ilerdeki romanlarına da konuk olacak ve farklı rollerle karşımıza çıkacaktı.
Kedi Beşiği’nde uydurduğu, inananlarının çıplak ayaklarını birbirine sürterek
ruhsal bağlantı kurdukları Bokononizm dinini seçenler oldu. Yine uydurduğu “foma”
(zararsız yalan), “stuppa” (kafası sisli çocuk, yani gerizekalı) gibi sözcükler
okuyucuları tarafından gündelik hayata taşınmaya başlamıştı. Ayrıca Ice-Nine
(Buz-9) adını verdiği ve ancak 45.8 derecelik ısıda sıvılaşan ve temas ettiği
her şeyi kendine dönüştüren bir madde uydurması da bize yaşadıklarını zihninde
nasıl biriktirdiğini gösterir. Bunları yazarken biyokimya eğitiminin üzerinden
20 yıl, General Electric’te çalıştığı döneminin üzerinden 10 yıl geçmişti.
Sonra
birden yazarlık kariyerini terk etmeye karar verdi. İflas etmişti, kitapları
tekrar basılmıyordu ve bir sürü çocuğu vardı. İşte o günlerde bir hayranı
Kurt’un haberi olmadan imdadına yetişti. Iowa Üniversitesi’ne onu önerdi ve
uygun bulunup teklif gönderilmesini sağladı. Kurt maddi ve manevi olarak
rahatladı. Yine rahat battı ve savaş karşıtı, aktivist bir iç mihrak olarak
neredeyse kahramanlık mertebesine ulaştı.
Bu dönemde yazdığı Slaughterhouse Five (Mezbaha Beş) romanında
Dresden’de esir tutulduğu ve ayak parmaklarının bir bölümüne mal olan soğuk
hava deposunda saklandığı mezbahayı “ziyaret ederek” insanlara, onu bir
kahraman ilan etmelerinin karşılığını verdi. Ortada kusursuz bir şaheser
duruyordu ve bu kusurzluğa yaptığı, yazdığı bir sürü kusurla ulaşmıştı. Yazdığı
her kelimenin bedelini ödemiş birinden bahsediyorum. Aloooo! Kime diyorum??? Yazım
stili, ironik ve satirik kara mizahı, parodilerle eklektik bir bütün çıkarma
yeteneği ve karakterlerinin sivriliği Kurt’u sembolleştirdi, diyorum.
Nerde kalmıştık; ordan ağlayalım halimize…
Yazar Kurt Vonnegut Jr. (ansızın ortaya çıkan
yabancılaşma ve mesafe koyma sendromum var.) bu başarısından sonra Harvard
dahil çeşitli üniversitelerde dersler verdi, bir anda Hristiyanlığa kucak açan
karısı tarafından terk edildi, yazdığı iki oyun sahnelendi, Mezbaha Beş filme
çekildi, karısının geride bıraktığı tek oğlu Mark’a şizofreni tanımı konmasıyla
kendisi de depresyona girdi, Breakfast of Champions (Şampiyonların Kahvaltısı)
gibi bir şaheser yazdı, eleştirmenlerin lincine uğradı, tekrar evlendi, bir
çocuk daha evlat edindi, intihar etti, ölmedi, kendi olarak bir filmde boy
gösterdi, bir sürü bir sürü hikaye, roman, falan yazdı. Vesaire.
Onüç yaşından beri filtresiz Pall Mall içme
marifetiyle kendini öldürmeye çabalamasına rağmen bir türlü başarılı olamadı ve
2007’de evinde düşüp beyin kanaması sonucu öldü.
Geriye 14 roman, 10 öykü kitabı, 7 oyun, 5 kurgu dışı
ve bir çocuk romanı bırakıp attaya gitti. Bir de, bizlere kendi sefaletimize kahkahalar
eşliğinde katlanmanın mümkün olduğunu kanıtladı.
Buyurduğu “Burada olmamızın bir amacı yok, tabii
eğer biz bir tane icat etmezsek.” sözüyle bile, hayatına anlamlar uydurmaya
hevesli biz fanilerin kendimizi kandırmamızı zorlaştırdığı kesin.
Peki,
neden biri kendini bu kadar sefil hissettiren bir kitap okumak istesin ki?
Neden biri kör olmayı dileyebilecek kadar parlak bir ışığa bakmayı seçsin ki?
Kurt elindeki aynayı bize
doğrultuyor. Kitaplarında gerçekleri parçalıyor ve algılarıyla oynanmış bir
toplum tarafından ciddiye alınabileceğinin bir mucize olduğunu bilerek mizahı
kullanıyor. Ayrıca insanların programlanmış makineler olduğu fikri konusunda
oldukça ciddi ve bu doğrultuda kimyasalların "normallik" ve delilik arasındaki
geçişkenliğe katkısını da masaya yatırıyor.
Ona göre hastayız ve
kablolarımız kopuk. Sevmek için doğduk ama nefret etmeye programlandık.
Enfeksiyonlarımız bulaşıcı ve hem hastalığın hem de inkârın geç evrelerindeyiz.
Prognozumuz[1]
korkunç ve bizi kurtarmak için bir mucize gerekiyor. Kurt bu “ahval ve
şerait içinde dahi” yani toplumların horladığı, salyalarını akıttığı ve
ağrı kesicilerle uyuşturulduğu yoğun bakımda otururken, bize insanlığı gösteriyor.
Şampiyonların Kahvaltısı’nda kusurlu
ve sakar biri olarak kendini romanın içine atar ve iki ana
karakterinden biri olan Kilgore Trout’tan “bütünlük ve iç uyumu daha önce
hissetmesine izin vermemiş” olduğu için bir nevi özür diler.
Kurt
mizahı, bir silah gibi kullanır. Bizi yöneten muktedirlere namlusunu doğrultup
“bahşettikleri” ve direttikleri bu yaşamı mizahıyla kurşunlar. Bu tamamen bir
nefsi müdafaadır. O nefis insanlığın onurudur.
Kendi laneti olan farkındalığıyla
bile, en başta kaybettiğini bildiği halde, bu dünyayı anlama çabası ve iradesini
gösterir.
Klasik Vonnegut stilinin
yoğunluğunu hem her kitabında hissedebilirsiniz. İnsanlar, mizah anlayışlarına
bağlı olarak bazen eğlenerek bazen de iç sızılarıyla, bir şekilde bu yolculuğa
eşlik edebilirler. Bana sorarsanız, okurken içimde büyüyen sızının, Kurt'un sık
sık yaptığı saçmalık ataklarına yüksek sesle gülmekten mi yoksa gerçeğin
üstündeki örtüyü hafif kaldırarak ipuçlarını verdiği içimi burkan bakış
açısından mı kaynaklandığını söylemem zor.
Kitaplarını okurken bazen
bir his geliyor; Kurt yazarken “Bugün insanları nasıl huzursuz ederim, onları
nasıl yaşamlarının rahatsızlığından şikâyet ettirebilirim?” diye düşünüyormuş
gibi. Oysa “Sistem ne güzel, ne güzel!!”. Bu mesut rüya hiç bitmese, hiç
uyanmasak, ne güzel. Dedim ya, bok içinde badem yaşıyoruz.
Evet! Kurt Vonnegut bir
robottur; senin gibi, benim gibi. Şükürler olsun ki, bir çoğumuzdan farklı
olarak, Evrenin Yaratıcısı onu yazmaya programlamış.
Ancak sonuçta maalesef benim için değişen pek bir şey yok; hala kıçımdan bir
tuvalet kâğıdı parçası sarkıyor.
V-E-S-A-İ-R-E.
9
Mart 2022
Southampton
[1] Prognoz, bir hastalığın seyri ve hastanın
iyileşme olasılığı hakkında yapılan tahmin anlamında kullanılan tıbbi bir
terimdir.
Japonlar da durur mu?
Onlar da kıskançlıklarından “Kamikaze” kelimesini bulup cümle içinde
kullanmışlardır: Japon Kamikaze pilotları Pearl Harbor’ı bombaladı.
İkinci Dünya savaşının
çıkmasının altındaki gerçek sebebin lengüistik bir çekişme olduğunu ilk defa
burada açıklıyorum. Yazıya başlarken ben bile bilmiyordum, gerisini siz
düşünün. (Aslında A Haber’e rakip Bihaber diye bir kanal kursam süper olmaz mı?
En azından ekonomi yorumlarıyla bugünkü hükümete yön veririm.)
Ancak Japonların unuttukları bir şey vardı. Pearl Harbor Amerika adlı olgunlaşmamış, zorba ve kendininkileri fark etmeyip herkesin sivilcesini sıkmaya uğraşan bir ergenin toprağıydı. Haliyle bu ergen kahveden bulabildiği herkesi toplayıp savaşa girdi. Tesadüf o ki, Kurt da o esnada normalde gitmediği bu kahvede üzgün üzgün oturuyordu. Üzgündü çünkü annesi ölmüştü; hem de Anneler Günü’nde. Annesini öldüren kişi ona bolca uyku hapı ve alkol içirmişti. Aynı kişi 22 yıl önce de Kurt’u doğurmuştu. Doğurmuştu çünkü Evrenin Yaratıcısı tarafından öyle programlanmıştı. Vesaire.
Japonların saldırısı
sonucu savaşa giren mahallenin asabi ergeni, Kurt’u tam ters yöne, yani
Avrupa’ya gönderdi. Terslik sadece bununla da kalmadı ve Kurt, diğer bir sürü
askerle birlikte Almanlara esir düştü. Almanlar onlara kötü davrandı. Kötü
kimyasallarla dolu oldukları için en başta esir tutuldukları Dresden’deki
dünyaca ünlü Frauenkirche’yi göstermemek, az ve pis yemek vermek, soğukta deli
gibi çalıştırmak, onlarla sürekli Almanca konuşmak gibi bilumum işkenceye tabi
tuttular. Bir zaman sonra Amerikalılar gelip şehri dümdüz etti. Frauenkirche
sizlere ömür!
O esnada Kurt,
tutuldukları ve çalıştırıldıkları mezbahada (Mezbaha 5) bulunan soğuk hava
deposunda bir sürü hayvan kadavrasıyla birlikte bombardımandan korunuyordu.
Ayakları dondu. Sonradan bu ayak donması ona Amerikan ordusunun önem
sıralamasında sondan ikinci madalyası olan Mor Kalp madalyası getirmiştir.
Kurt nihayetinde hayvan
kadavralarının yanından çıktığında Almanlar, esirlere değişiklik olsun diye,
bombardımanda ölen yüz otuz bin kişiyi bulup gömme ayrıcalığı verdiler.
Kısacası hayvan kadavrasından insana terfi etmişlerdi. Yıllar sonra Kurt bu
faaliyeti “Fena halde ayrıntılı Paskalya yumurtası avı” diye
nitelendirdi.
En sonunda Sovyet
birlikleri gelip onları kurtardı. O zamanlar Rusların kurtarma anlayışı daha
farklıydı. Şimdilerde bu sözcüğü yanlış anlıyorlar. Bakın, Ukrayna’yı kötü
yöneticilerinden nasıl kurtarıyorlar.
Tabak gibi açılmış kunduzlar* içerde Kunduz: Argoda kadın cinsel organı |
Kurt ülkesine döndü ve tabak gibi açık birçok kunduz bulabilecekken oyun parkında bile birlikte oynadığı çocukluk aşkı, sınıf arkadaşı Jane Marie Cox’la evlendi. Chicago’da antropoloji okudu, baba oldu, tezi reddedilince okuldan ayrıldı, General Electric’te çalışmaya başladı, yine baba oldu, yazılarını yayınlatmaya başladı, havaya girip işinden ayrılıp Cape Cod’a taşındı, vesaire.
İlk romanı 1952’de yayınlandı (Player Piano – Otomatik Piyano) ve çok olumlu eleştiriler aldı. Distopik mizaha başlamıştı artık ama tenkitler gecikmedi. Bilim kurguyu ve satirik yazı türünü sevmeyenler Kurt’a yüklendi. Kurt “Hiç kimse aynı anda hem saygın bir yazar olup hem de
buzdolabının nasıl çalıştığını
anlayamaz." diyerek edebiyat
eleştirmenlerinin hayatta ilk defa buzdolaplarının kullanım kılavuzlarını
okumalarını sağladı. Yine de hala birçoğu bilmez.
Aynı esnada, The Atlantic Monthly gazetesinin yöneticileri de
saçlarını başlarını yoluyordu. 1949’da reddettikleri sevimsiz tip bir anda
şöhrete kavuşmuştu. (Bakınız, yandaki mektup)
Derken Kurt yine baba oldu ve sonra da üvey baba, üvey baba ve
üvey baba oldu. Ablası, kocasının tren kazasında ölmesinden iki gün sonra
kanserden vefat etti. Onların dört çocuğundan üçünü evlat edindi. Dördüncü ve
en küçük olanı (2 yaşındaydı) bir gezgin sirke sattı. Şaka şaka, satmadı,
kiraya verdi. Tamam, tamam, kiraya da vermedi ama bir akrabalarının yanına
gönderdi; onlar sattı. Veya satmadılar, bilmiyorum. Zaten bu bilgiyi ne yapacaksınız
ki? Olay 1958’de geçiyor. Artık geçmiş olsun.
Roman dediğin şey zart diye yazılmadığı için Kurt altı çocuklu bir aileyi kısa öyküler yazarak geçindirmeye çalışıyordu. Hatta bir ara (1957) araba satmayı denedi. SAAB marka arabaları satamadığı için de ilk yılında iflas etti. Zaten "Svenska Aeroplan Aktiebolaget" İsveçli bir havacılık ve savunma firmasıydı. Bir hevesle girdikleri araba işi ellerine yapışmıştı, hala da yapışık vaziyette.
1959 ve 1961’de ardı ardına Sirens of Titan (Titan’ın Sirenleri) ve Mother Night (Gece Ana) romanlarını yazdı. Bunlar çok ses getirmese de Kurt aslında tüm eserlerinde yer alacak karakterleri biriktiriyordu. Adeta bir aile kuruyor ve onların kişiliklerini farklı maceralarda test ediyordu. Bazen isimler değişiyor ama “karakterler” değişmiyordu. Her şey değişirdi, isimler, mekanlar, olaylar, meslekler ama insanın paslanmaya yüz tutmuş robotluğu değişmezdi. İnsanlar bir karar veriyor, bir laf ediyor, bir davranışta bulunuyor ama bunları öyle programlandıkları için yapıyorlardı. Her şey sahte, her şey satın alınabilirdi. Programın dışına çıkanlar cızırt oluyordu. Aslında cızırt diye bir kelime yok, ben uydurdum. Anlamını ben de bilmiyorum; kitapları okuyunca bulabilirsiniz.
Devam eden üç yılda Cat’s Craddle (Kedi Beşiği) ve God Bless You, Mr Rosewater’ı (Allah Senden Razı Olsun, Bay Rosewater) yazdı. Artık başyapıtlar sürüme giriyordu. Özellikle Eliot Rosewater karakteri ilerdeki romanlarına da konuk olacak ve farklı rollerle karşımıza çıkacaktı. Kedi Beşiği’nde uydurduğu, inananlarının çıplak ayaklarını birbirine sürterek ruhsal bağlantı kurdukları Bokononizm dinini seçenler oldu. Yine uydurduğu “foma” (zararsız yalan), “stuppa” (kafası sisli çocuk, yani gerizekalı) gibi sözcükler okuyucuları tarafından gündelik hayata taşınmaya başlamıştı. Ayrıca Ice-Nine (Buz-9) adını verdiği ve ancak 45.8 derecelik ısıda sıvılaşan ve temas ettiği her şeyi kendine dönüştüren bir madde uydurması da bize yaşadıklarını zihninde nasıl biriktirdiğini gösterir. Bunları yazarken biyokimya eğitiminin üzerinden 20 yıl, General Electric’te çalıştığı döneminin üzerinden 10 yıl geçmişti.
Sonra
birden yazarlık kariyerini terk etmeye karar verdi. İflas etmişti, kitapları
tekrar basılmıyordu ve bir sürü çocuğu vardı. İşte o günlerde bir hayranı
Kurt’un haberi olmadan imdadına yetişti. Iowa Üniversitesi’ne onu önerdi ve
uygun bulunup teklif gönderilmesini sağladı. Kurt maddi ve manevi olarak
rahatladı. Yine rahat battı ve savaş karşıtı, aktivist bir iç mihrak olarak
neredeyse kahramanlık mertebesine ulaştı.
Bu dönemde yazdığı Slaughterhouse Five (Mezbaha Beş) romanında
Dresden’de esir tutulduğu ve ayak parmaklarının bir bölümüne mal olan soğuk
hava deposunda saklandığı mezbahayı “ziyaret ederek” insanlara, onu bir
kahraman ilan etmelerinin karşılığını verdi. Ortada kusursuz bir şaheser
duruyordu ve bu kusurzluğa yaptığı, yazdığı bir sürü kusurla ulaşmıştı. Yazdığı
her kelimenin bedelini ödemiş birinden bahsediyorum. Aloooo! Kime diyorum??? Yazım
stili, ironik ve satirik kara mizahı, parodilerle eklektik bir bütün çıkarma
yeteneği ve karakterlerinin sivriliği Kurt’u sembolleştirdi, diyorum.
Nerde kalmıştık; ordan ağlayalım halimize…
Yazar Kurt Vonnegut Jr. (ansızın ortaya çıkan
yabancılaşma ve mesafe koyma sendromum var.) bu başarısından sonra Harvard
dahil çeşitli üniversitelerde dersler verdi, bir anda Hristiyanlığa kucak açan
karısı tarafından terk edildi, yazdığı iki oyun sahnelendi, Mezbaha Beş filme
çekildi, karısının geride bıraktığı tek oğlu Mark’a şizofreni tanımı konmasıyla
kendisi de depresyona girdi, Breakfast of Champions (Şampiyonların Kahvaltısı)
gibi bir şaheser yazdı, eleştirmenlerin lincine uğradı, tekrar evlendi, bir
çocuk daha evlat edindi, intihar etti, ölmedi, kendi olarak bir filmde boy
gösterdi, bir sürü bir sürü hikaye, roman, falan yazdı. Vesaire.
Onüç yaşından beri filtresiz Pall Mall içme
marifetiyle kendini öldürmeye çabalamasına rağmen bir türlü başarılı olamadı ve
2007’de evinde düşüp beyin kanaması sonucu öldü.
Geriye 14 roman, 10 öykü kitabı, 7 oyun, 5 kurgu dışı
ve bir çocuk romanı bırakıp attaya gitti. Bir de, bizlere kendi sefaletimize kahkahalar
eşliğinde katlanmanın mümkün olduğunu kanıtladı.
Buyurduğu “Burada olmamızın bir amacı yok, tabii eğer biz bir tane icat etmezsek.” sözüyle bile, hayatına anlamlar uydurmaya hevesli biz fanilerin kendimizi kandırmamızı zorlaştırdığı kesin.
Kurt elindeki aynayı bize
doğrultuyor. Kitaplarında gerçekleri parçalıyor ve algılarıyla oynanmış bir
toplum tarafından ciddiye alınabileceğinin bir mucize olduğunu bilerek mizahı
kullanıyor. Ayrıca insanların programlanmış makineler olduğu fikri konusunda
oldukça ciddi ve bu doğrultuda kimyasalların "normallik" ve delilik arasındaki
geçişkenliğe katkısını da masaya yatırıyor.
Ona göre hastayız ve
kablolarımız kopuk. Sevmek için doğduk ama nefret etmeye programlandık.
Enfeksiyonlarımız bulaşıcı ve hem hastalığın hem de inkârın geç evrelerindeyiz.
Prognozumuz[1]
korkunç ve bizi kurtarmak için bir mucize gerekiyor. Kurt bu “ahval ve
şerait içinde dahi” yani toplumların horladığı, salyalarını akıttığı ve
ağrı kesicilerle uyuşturulduğu yoğun bakımda otururken, bize insanlığı gösteriyor.
Şampiyonların Kahvaltısı’nda kusurlu ve sakar biri olarak kendini romanın içine atar ve iki ana karakterinden biri olan Kilgore Trout’tan “bütünlük ve iç uyumu daha önce hissetmesine izin vermemiş” olduğu için bir nevi özür diler.
Kurt
mizahı, bir silah gibi kullanır. Bizi yöneten muktedirlere namlusunu doğrultup
“bahşettikleri” ve direttikleri bu yaşamı mizahıyla kurşunlar. Bu tamamen bir
nefsi müdafaadır. O nefis insanlığın onurudur.
Kendi laneti olan farkındalığıyla
bile, en başta kaybettiğini bildiği halde, bu dünyayı anlama çabası ve iradesini
gösterir.
Klasik Vonnegut stilinin
yoğunluğunu hem her kitabında hissedebilirsiniz. İnsanlar, mizah anlayışlarına
bağlı olarak bazen eğlenerek bazen de iç sızılarıyla, bir şekilde bu yolculuğa
eşlik edebilirler. Bana sorarsanız, okurken içimde büyüyen sızının, Kurt'un sık
sık yaptığı saçmalık ataklarına yüksek sesle gülmekten mi yoksa gerçeğin
üstündeki örtüyü hafif kaldırarak ipuçlarını verdiği içimi burkan bakış
açısından mı kaynaklandığını söylemem zor.
Kitaplarını okurken bazen
bir his geliyor; Kurt yazarken “Bugün insanları nasıl huzursuz ederim, onları
nasıl yaşamlarının rahatsızlığından şikâyet ettirebilirim?” diye düşünüyormuş
gibi. Oysa “Sistem ne güzel, ne güzel!!”. Bu mesut rüya hiç bitmese, hiç
uyanmasak, ne güzel. Dedim ya, bok içinde badem yaşıyoruz.
Evet! Kurt Vonnegut bir
robottur; senin gibi, benim gibi. Şükürler olsun ki, bir çoğumuzdan farklı
olarak, Evrenin Yaratıcısı onu yazmaya programlamış.
Ancak sonuçta maalesef benim için değişen pek bir şey yok; hala kıçımdan bir
tuvalet kâğıdı parçası sarkıyor.
V-E-S-A-İ-R-E.
9
Mart 2022
Southampton
[1] Prognoz, bir hastalığın seyri ve hastanın
iyileşme olasılığı hakkında yapılan tahmin anlamında kullanılan tıbbi bir
terimdir.
Yorumlar
Yorum Gönder